Kasetler, seks kasetleri ve ‘Yerliler’
Gaye Keskin
Hande Ortaç’ın ilk romanı ‘Sakinler’, ‘Kankurutan’ ve ‘Daha İyi misin?’ ‘Dünyanın Hikâyesi’ adlı öykü kitaplarının ardından geçtiğimiz aylarda Bağlı Yayınları etiketiyle okurlarla buluşmuştu.
Ursula K. Le Guin’in “Hayatı mümkün kılan her zaman belirsizliktir; yani bundan sonra ne olacağını bilememektir” pasajıyla açılan ‘The Residents’, travmatik hikayeleri olan kişilerin tutulduğu, tedaviyi sürdüren bir rehabilitasyon merkezini konu alıyor. sesli günlük ama klasik anlayıştaki gibi günlük değil, günlüğün ötesinde bireye ait. ; Bağ kurmaya çalıştığı belirsizliğe seslenen anlatıcının konuşmalarıyla devam ediyor.
“İlk kez gerçek bir sik gördüğümde altı yaşındaydım” cümlesiyle kayda başlayan anlatıcı, oksijen dolumunun acısıyla ağlamaya başlayan her insan gibi canını acıtan ilk anı buluyor. Doğduğunda ilk nefesini aldığında ciğerlerine dokunur ve böylece iletişimi başlatır ve bir gün anlatacaklarını dinleyeceğini umduğu kişiyle, yani dinleyicileriyle iletişime geçer. .
Anlatıcının “zamanın kıyısında asılı kalan klinik sakinleri” olarak tanımladığı Boran, Aysu, Aytuğ, Saniye, Nimet, Meziyet ve güvenlik görevlisi Saim ile bağlarını anlattığı, bazen başarısızlıklarla dolu hikaye. bazen de şişmiş koltuklar, bizi daha ilk sayfadan yakalayıp ses veriyor. Kayıtların diğer tarafındaki bilinmeyenleri bizimle dolduruyor. Bu eklektik gerçeklik, anlatıcının başarılı manipülasyonuyla birleştiğinde, yakıcı merakımızın peşine düşüp sayfaları hızla çevirmemiz kaçınılmaz hale geliyor.
REHABİLİTE OLAN OLANLARIN KABUL EDİLMESİ
Televizyon ve radyonun yasak olduğu, içeride kalanların dış dünyadan aldıkları bilgilerin doktor ve hasta bakıcıların verdiği bilgilerle desteklendiği rehabilitasyon merkezinde ayrıcalıklı olmak mümkün ama bir ön koşul var: sistemden bu şekilde çıkmak. Mahalle sakinleri en yüksek puanlardan birini alarak birbirlerine oy veriyor. En yüksek puanı alanlar aileleriyle görüşmeye veya kısa süreliğine internette gezinmeye hak kazanıyor. Sakinlerin rehabilitasyon merkezinden kurtulması ve dış dünyayla yeniden buluşması yine haftalık puanlara bağlı. Belli bir puana ulaşan rehabilitasyon asistanları, topluma uyum madalyası ile merkezden uğurlanıyor. Peki bunu başarmak kolay mı?
Hande Ortaç bu noktada başarılı bir sarmal yaratarak okuyucuyu tümseklerle dolu bir yolculuğa çıkarıyor. Toplumun küçük bir yansıması olarak nitelendirdiği rehabilitasyon sakinleriyle uyum içinde yaşamak zorunda olan anlatıcının bakış açısından, benliğin geride bırakıldığı durumlarda herkesin ne kadar uyumlu yaşadığını göstererek, Birbirlerine gülümseyerek bakan ve hatta birbirlerini olumlu buldukları düşünülen kişiler, bireysel idealler öne sürüldüğünde zıt kararlar alabilmektedir. .
Toplumun en küçük modülü olan ailenin yerini ‘Yerleşikler’de rehabilite edilen bu kişiler alır ve bu durum, koşulsuz kabulün ortadan kalkmasının yanı sıra kabullenmenin zorluğunu da ortaya çıkarır. Hande Ortaç’ın bir cesur hamlesi daha burada okuyucuya göz kırpıyor. Rehabilitasyon sakinlerinin neredeyse tamamı toplumun kolay kabul edebileceği insanlardan uzak, yere sağlam basarak varlığını gösteren kişiler olarak karşımıza çıkıyor. Queer karakterlerin, cinsel saldırı mağdurlarının ve demans hastalarının bulunduğu bu rehabilitasyon merkezinde, kaçınılmaz olarak normale yakın olmak, ortaya çıkmanın anahtarı gibi görünüyor.
BANT DEKORASYONLARI, SAİM VE SEKS ODASI
İmkanları kısıtlı rehabilitasyon sakinlerinden biri olan anlatıcı, güvenlik görevlisi Saim ile yaşadığı cinsel deneyimlerden sonra sesli günlük tutmasını sağlayan kasetçalara ulaşabiliyor ve bu durumu bazen Saim’e acıyarak bazen de kayıtsızlıkla yaşıyor. . Bunu merkezde, kamerası olmayan tek odada, diğerlerini ekrandan izleyerek yapıyor. Ve bu odadan belirsizlik içinde dinleyicisine sesleniyor: “Anlayın beni! Anlayın ki, gelip beni buradan çıkarasınız.”
Bu ses kaydından birkaç gün sonra, Konut Sakinleri oylamasında kazandığı mansiyonla interneti kullanan anlatıcı, bu zamanı eski kız arkadaşının ne yaptığına bakarak geçirir. Ses kayıtlarıyla kendini fark ettirmek ve mümkünse rehabilitasyon merkezinden kaçmak isteyen anlatıcının bu noktada neden dış dünyayla bağlantı kurma fırsatını değerlendiremediği sorusu okuyucunun aklında beliriyor. İlerleyen sayfalarda Ortaç, buradan çıkmamızın tek yolunun uyum sağlamak, topluma uygun insanlar olmak olduğunu anlatıcının sesiyle haykırıyor ve belki de bu soruya bu şekilde cevap veriyor.
Birkaç gün sonra kaydedilen bir ses kaydında anlatıcı bir telefon alır ve dışarıdan bilgi alabileceği mesajlar alır. Böylece dış dünyayla bağlantı kurduğu anların çok karmaşık gerçeklikleri ve mutsuzlukları da beraberinde getirdiğini görür. Burada kavramsal ve teorik gerçekler anlatıcının karşısına çıkar. Dışarıdan içeriye ne kadar düzgün? Dışarıdaki insanların topluma içeridekilerden daha fazla kabul görmesi, dışlananların ise içerideki insanlar olması ne kadar adil?
TOPLUMDA DİĞER OLMAK
Sayfalar ilerledikçe ya da kayıt cihazı döndükçe rehabilitasyon sakinlerinin travma dolu hikayeleri okuyucunun karşısına çıkıyor. Sürprizlerle dolu, hatta karmaşık olan bu öykülerin hemen hemen hepsinde aslında kurbanı görüyoruz. Foucault’nun; Tıbbi bilginin bir toplumsal kontrol ve kontrol aracı olduğunu gösterdiği obsesyon, klinik ve cinsiyet üzerine çalışmaları akla geliyor. Foucault “İnsan bedeni bir kontrol ve müdahale aracıdır” diyor.
Peki kontrol edebildiğimiz kişileri farklılıklarından dolayı etiketleyip, onları bir rehabilitasyon merkezinde iyileşmeye(!) açmak ne kadar doğru bir yaklaşımdır? Yoksa güzelleştirilmesi gereken onlar mı, yoksa bu sakinler içeride sıkışıp kalmışlar mı, sakinler aslında bütün bir toplumun rehabilite edilmesi gereken ve sakinleşemeyenler mi?
TANRILAR, HİZMETÇİLER VE ELİTLER
Rehabilitasyon sakinlerinin dünyasında merkezi sahip onların efendisidir; merkeze daha fazla para vererek villada yaşayan ve aslında kara para aklayıcı ve uyuşturucu satıcısı olan ancak adını dört büyük melekten birinin adını alan elitlerden biri; Bir köyü sular altında bırakıp haksızlığa dur diyen Dicle Ana; Obsesif kompulsif bozukluğu olduğu için sınırlarını aşamayan Artuğ; Adının geçtiği ses kayıtlarını renklendirip süsleyen Boran; Suskunluğuna kattığı renklerle her şeyi anlatan ve şaşırtıcı bir aşkın kahramanı olan Aysu; Ortaç, giydiği topuklu ayakkabılarla bütün bir hayatın hikâyesini taşıyan, bazen bu hayatın altına düşse de tekrar tekrar ayağa kalkmayı başaran Saniye’yi isimsiz anlatıcının diliyle anlatıyor. Devleri ve cüceleri gösterir. Bazen esprili bazen de ürkütücü diliyle oturduğumuz koltukları sallıyor.
Ortaç’ın karakterleri bazen tarhana yoğurur, bazen mantı açar, bazen de kasetçalardan sızan müzik eşliğinde dans eder. Bu sıradan ama dışlanmış insanlar aslında gerçek bir savaşın sonundalar. Haddini aşmış olanlar şu gibi cümlelerle yerlerine oturmaya zorlanıyor: “Adam’ı bu kadar çılgına çevirdiğimiz için kınandık, sabır göstermediğimiz ve tahammül göstermediğimiz için ayıplandık, halkı uyandırmakla suçlandık. uyuyan aslan ve düzeni bozuyor.”
Düzen yenilgiye direniyor ama nereye kadar?
BU DÜNYADA ZAYIFLARA YER YOK
Nimet, “Bu dünyada zayıflara yer yok” dedi. “Nasıl savaşacağını ve beni geri alacağını bilirdi.”
Anlatıcının dilinden okura ulaşan bu cümle, ‘Sakinler’in ortak hikâyesini özetliyor.
Bu bir savaş. Bazen bitkilerden elde edilen boyalarla, bazen tüylü topuklularla, bazen de rengarenk kurdelelerle yapılıyor. Herkesin kaybettiği ve herkesin kazandığı bir savaş.
Artık savaş boyanızı sürüp ‘Dwellers’ın dünyasına dalmanın zamanı geldi. Gerçeklerin zaman zaman değiştiği, belirsizliğin gölgelerle dolduğu, dilin damakta özensizce kuruduğu ‘The Residents’ için son söz yine anlatıcıdan gelsin: “Bilmiyorum beni nerede yakalayacaksın? hikaye, ama lütfen nerede yakalarsanız beni dikkatle dinleyin. Kaset bitmek üzere olsa bile kayıt hiç bitmemeli…”